For english please click
“Ben mi yarattım ben mi yarattım,
Derdi ıstırabı ben mi yarattım,
Günah zevk olmuşsa ben mi yarattım,
Düzen bozulmuşsa ben mi yarattım.”
Orhan Gencebay
“Ben mi yarattım ben mi yarattım,
Derdi ıstırabı ben mi yarattım,
Günah zevk olmuşsa ben mi yarattım,
Düzen bozulmuşsa ben mi yarattım.”
Orhan Gencebay
İnsel İnal, Kargart Sanat Dergisi Şubat 2010.
Günümüz sanatını anlamak aslında çok da zor değil. Evet ilk etapta bakınca görünenler biraz bulanık ama aslında bu bulanıklık sanat ve yaşam arasındaki bulanıklığın ta kendisi.
Sanatı tüketmek için en başta birçok kodlamalardan arınmak gerekiyor. Her dönemde sanatın bir öncekinin kodlarıyla, algısı ve bilgisi ile şekillenen seyircisiyle sorunu olduğunu biliyoruz. Marcel Duchamp kendinden öncekilerle arasına sınır koyarak yeni bir başlangıç yapıp, algıda farklı bir yapılanmayı oluşturarak, retinal sanatın bittiğini belirtmişti. Artık göze estetik gelenlerin devri mi kapanıyordu? 1910’larda hem de…
Sanat tarihinde hep böyle oldu. 100 yıl sonra bugün bile Marcel Duchamp’la arasına, ‘play station’lar ve ‘youtube’lar dünyasından gelen 80 ile 90'lı yıllar doğumlu öğrencilerim mesafe koyuyorlar. Tam 100 yıl öncesinin sanatçısını ilk karşılaşmada anlamakta güçlük çekiyorlar. Ne garip değil mi? Acaba Duchamp bir çiçeğin resmini tuale fırça ve boyasıyla aktarsaydı ortada sorun olmayacak miydi? Belki de böyle resimler yaptığı için tarihe bile giremediğinden tanınmayarak yok olup gidecekti. Kim bilir?
Duchamp sanatının tek farkı, yaptığının bir şeye benzeme derdi olmamasıydı. Bir şeyin taklidi veya illüzyonu değil, kendi başına bir şeydi. Gerçekti. Gerçeğin yansıması değil.
Sanat hala gerçeği taklit eden bir şey midir? Yoksa bambaşka bir gerçeklik midir? Tek başına araştırılması gereken, herhangi bir şeyi refere etmeden kendini var eden, bağımsız bir şey mi? Yoksa bir çiçeğin veya bir insanın temsili mi? Sanatı anlamak için önce doğayı ve insanı tanımak ve etüt etmek mi gerekir, yoksa başlı başına sanatı bağlamları üzerinden ilişkileriyle birlikte mi öğrenmek gerekir?
Sanatçı artık başkasını değil kendisini ifade etmek için sanat üretiyor. Başkasına değil kendisine servis veriyor. Tıpkı çağdaş filozoflar gibi ama sadece kelimeleri değil göstergeleri, boyayı, tuali, objeleri, bedeni, mekanı kullanarak.
Aslında bunun üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü 2000’lerin sanatını ve işlevlerini anlamak için tanımlarken biçimsel farklılıklar ile ilişkili bilgi sahibi olmak ve düşünmek daha doğru.
Bu düşünme süreci eğitimcileri de tetikleyerek, yaratıcı eğitim metotlarının ortaya konulmasını sağlamalı tabiiki. Ayrıca bunun tüketim metotları da var. Müzeler ve sergileme süreçleri, koleksiyonerler, kamusal alanlardaki sunumsal metot ve sorunsallar gibi konular sanatı tanımlayan diğer bir ayak.
Toparlarsam sanatın her dönemdeki durumunu incelerken bakılması gereken en az beş konu olduğunu söyleyebilirim. Sanatın ifade ettikleri, biçimsel farklılıkları, diyalog kurma yöntemleri, tüketim süreçleri ve eğitimi.
Fluxus hareketinin en önemli özelliği yaşam ve sanat arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmasıdır. Bu bulanıklaştırma performans sanatında da çok fazla gündeme geldi. “Bulanıklaştırmak” terimi bize çok şey ifade ediyor. Sanatın yaşamdaki belirlenenleri göstermesi, işaret etmesi, taklit etmesi, meşru kılmasına inat, özellikle fluxus ve performans sanatında sanat ve yaşam birbirine karıştırılıyor. Nerede sanat biter yaşam başlar? Veya nerede yaşam biter sanat başlar?
Aslında hiçbirinin bittiği yerde diğeri başlamıyor. Karışıyor birbiriyle. “Düşünce plastiktir” derken Beuys her düşüncenin sanat olabileceğini belirtmişti. Tıpkı “Herkes sanatçıdır” derken herkesin sanatçı olabileceğini işaretlemesi gibi.
70 ve sonrasını en çok etkileyen yaklaşımlardan biridir bu. Seyirci-sanatçı, anlam ve bağlamlarının tekrar sorgulanması, gösterenin gösterilen, seyircinin göstericiye dönüştüğü sanat ortamları, sanatçı ve eylemci-aktivist arasındaki ayrımların yeniden tanımlanması, sanatın sadece kendi iç disiplinleriyle değil ayrıca tüm diğer alanlarla işbirliği, günümüz sanatına kadar etkisini sürdürüyor. Bugüne baktığımızda sanat artık yaşamı tam merkezine oturtuyor. Eser üzerinden bir bilgi aktarıyor. Bu bilgi bilinmeyen bir bilgi değil aslında. Tam tersi çok bilindiği için hep es geçilen ve artık görülmeyenlerin bilgisi belki de.
İçerik ve seyirci arasında bir farkındalık durumuyla sonuçlanan bu ilişki sanatın daha sonra haz vererek değilde kişisel belleklere kazınarak yaşamasına neden oluyor. Seyirci sanat eseri ile kendi farkındalığını arttırmayı deniyor. Sanatçı da seyirci ile yeni ve başka bir projenin alt yapısını oluşturacak deneysel bir dialog kuruyor.
Her sanatçı düşüncesini bu amaçla mı üretiyor bilemem ama sanat eserinin belleklerde takılı kalması eserin kalıcılığı için önemli bir kriter. Bu kalıcılık bilgiyi aktaran içeriğin biçimiyle çok ilişkili. Biçimin malzeme ile değişen çok farklı etkileri var. Tual, boya, çamur, video, ışık, ses gibi farklı bir çok malzemelerle, beden ve hazır nesnelerin şekillendirdiği projeler sanatçı ifadelerinin değişik sunumlarını ortaya koymakta.
Özellikle Arte Povera Grubu, elit ve hijyenik galeri ortamlarında sergilenen pırıl pırıl ve kabul görmüş malzemelerle şekillenmiş sanat eserlerine nazire yaparcasına dönüştürülebilir, değersiz malzemelerle, ifadelerini daha güçlendirecek yeni bir dil arayışına girmiştir.
Ayrıca malzemenin bu göstergesel alt ifadeleriyle sanatçılar eserlerini müzelere karşı bir duruş olarak algılanmasını istemişlerdir. Sanat meta olamaz ve maddesinden çok, içerikleri ile önemlidir. O halde değerli bir malzemeyle yapılması gereken sanat eseri sonrasında yok olacaklarla üretilebiliyorsa, farklı malzemelerle kurulan bağlamlar yeni bir dil oluşturacaktır.
Post Object Art (nesne sonrası sanat) akımı bu görüşlerle baktığımızda daha anlaşılabilir ve hazmedilebilir bir hal almakta. Nesnesiz sanat, ifade etme esasına dayanırken dilbilim ve göstergebilim teorileri üzerinde durularak metinsel bazda projeler geliştirilmiştir. En temel amaç bence sanatı tekrar kurgulamak ve işlevlerini gözden geçirmektir. Kavramsal sanatın çatısı altında toplanan tüm akımlar da yeniden sanatı kurgulayarak düşüncenin ön planda olduğu projeler üretmişlerdir. Video, happening ve performans, beden, toprak, yoksul, minimal sanat bu çatının altında kavramsal sanatın kriterlerine uymuşlar ve kendilerini var etmişlerdir.
Projelerin sunulması bilgi aktaran bu nesnelerin ayrıca kendisinin de bir bilgi nesnesi haline gelmesi, bu nesnelerin veya dokümantasyonlarının da saklanmasını elbette gerekli kıldı. Bu bağlamda bugüne kadarki süreçte müzeler kurgusal yapılarını sanatçılar (Andy Warhol, Daniel Buren, Daniel Spoerri, Robert Filliou, Bertrand Lavier, Hans Haacke, Joseph Kosuth) ile yazar düşünürlerin (Bruce Ferguson, Adorno, Marcel Proust, Hal Foster) çoğu zaman projelerine dahil ettikleri ideoloji ve duyarlılıklarına göre şekillendirmişlerdir.
Çünkü artık sanatçı eserinin içeriği üzerinden seyircisiyle ilişki kurmayı arzulamaktadır. Hatta artık çoğu sanatçı da kurduğu diyaloglarla eserini oluşturmaktadır.
Sanat projesi üzerinden ilişki kurma, günümüz sanatı için çok önemli bir unsur olarak görülmelidir. Sanat üzerinden kurulan diyalogun çoğu sanat eserinin merkezine oturduğunu ayrıca görüyoruz. Hatta artık sanat eseri üzerinden diyalogun (bir araç olarak değil) amaçlandığını bile söyleyebiliriz. Sadece farkındalık yaratmanın en önemli yöntemlerinden birisi gibi gözükse de diyalog kurmanın bir başka sebebi daha var. Sanatçı ve seyirci arasındaki farkın kalmamasını sağlayarak daha demokratik bir ortamın oluşmasını sağlıyor. Yani herkes eşit. Fark yok.
Tıpkı sanatın herkes için olduğu gibi.
Bu anlatılanlar bir çok kişiye hala daha anlaşılmaz gelmektedir. Bir çok kişi sanatın hala malzeme odaklı olması gerekliliğini savunuyor. Ama kişisel görüşüm sanattaki eğitim sürecini zanaat merkezli olmaktan çıkartmak gerekliliğidir. Sanat eğitimi sanatçı adayına söz sahibi olmasını öğretmeli ve yaşamdaki duruşunu, oluşturma ve sağlamlaştırma üzerine kurmalıdır. Eğitim sanatçı adayının çevresini fark etmesiyle ve olayları içselleştirmesi ile başlatılmalıdır. Sanatın, sorunlar üzerinden kurgulanacağını ve sorunsallar hakkındaki düşünme teorilerinden besleneceğini kabul edersek adayın çeşitliliğini ancak çevre ile ilişkisini kurdurarak sağlayabiliriz. Günlük gazete ile başlayan kendi etrafındakileri tanıma süreci, etrafındaki olayları tanıma ve yorumlama ile gelişmelidir. Bu süreç daha sonra sorunların içselleştirilmesi ile başlayan “ben ne yapabilirim?” sorusunu sordurtmalıdır. Bu soru sanat öğrencisine bir şeylere müdahale etme isteğini verecektir şüphesiz. Müdahale sonrasında veya esnasında eğitimci gözetiminde geliştirilen mücadele-proje öğrencinin sözünü oluşturacaktır.
Zira duruş ve yaşananları içselleştirme sözün oluşmasını zaten sağlayacaktır. Söz diyalogları tetikleyecektir.
Toplumsal bir farkındalığı da arttıracak bu mücadele-projeler, sanatın nasıl bir gücü olduğunu da öğrenciye aktaracaktır.
Özetle, bugünün sanatını üretmek de (anlamak kadar) artık bir hayli çetrefilli bir yol. Bugün ‘atelyemde, evimde oturayım resim yapayım, etrafımdakiler beni ressam bilsin, kendimi bu yola adayayım, malzemesine en hakim sanatçı ben olayım, bakalım bugün neler üreteceğim acaba?’ diyerek kalıcı olunamıyor artık. Rahatsızlığı olan, dertli, farklılığını bilen, saklamayan ve farklı olmayı seven, kendisini ve etrafını tanıyan, es geçmeyerek algılayan, bağlamları yeniden kurgulayan, disiplinler ve malzemeler arasında hiyerarşik bir ilişki aramayan, tüm hiyerarşik yapıları bozmayı arzulayan kişilerin eserleri 2000’lerin sanat kriterlerini oluşturuyor.
Kaçışların iktidarlarla kısıtlandığı an ve alanda, projesiyle diyalog kurmayı hedefleyen bir kişi ve/veya gruba “bu sanat mıdır, deney midir, araştırma mıdır, nedir?” sorusunu sorma eğilimi, dolaylı yoldan sanatta tüketim ve dönüşümü kolaylaştıracaktır. Bu, sanatın açılım, tüketim ve dönüşümü için çok önemlidir. Demokratik bir eşitliği arzulayan, açılımlarla daha iyi ve kaliteli bir toplum resmi çizmek isteyen iktidarların bile başaramayacağı bu ayrıcalık sadece sanatta var.
Bu anlamda 2000’lerin sanatının, iktidarlardan bile daha güçlü olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Teşekkürler, keyifle okudum.. Daha iyi ve daha güzeli düşleyenlerin, yetinen ve şükredenlere rağmen, düşlerindeki eseri, dünyayı yaratacaklarına inancımı pekiştirdi bu yazı..
YanıtlaSil